14 Nisan 2010 Çarşamba

Vavien

Burhan karakteri ile televizyon dünyasını sallayan Engin Günaydın'ın senaryosunu yazıp, başrolünü oynadığı Vavien; Türk sinemasında örneklerini pek göremediğimiz kara komedi türüne yeni bir soluk getiriyor. Türk'ün kara komedi ile imtihanı olarak da yaftalayabileceğimiz film türün gerekliliklerini elinden geldiğince yerine getiriyor. Son bölümde biraz sarkıyormuşçasına bir hal almasına rağmen erkek mentalitesine de çok güçlü bir bakış gerçekleştiriyor. Özellikle baba-oğul arasındaki ilişki beklenmeyecek derecede dürüst.

Binnur Kaya masum kadın rolünde filmin zirve oyunculuğuna imza atıyor. Geri döndüğünde, Binnur Kaya'nın mimiklerinden gözlerimizi alamıyoruz. Her projesinde gösterdiği performansla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan oyuncu, bu filmdeki performansıyla kazandığı ödülleri sonuna kadar hakediyor. Hele ki bu güçlü performansı ile, filmin senaristi ve başrol oyuncusu Engin Günaydın'ı gölgede bırakmasına eklenecek yeni bir söz yok.

Engin Günaydın'ın ne kadar yetenekli olduğunu televizyon işlerinden biliyoruz. Bu film için esas mesaiyi Celal karakterini canladırırken değil, Taylan Biraderlere kariyerlerinin en iyi filmini yapma fırsatı veren senaryoyu yazarken harcamış. Elektrikçi abisinden esinlenip yaratığı Celal karakteri gayet ornijal bir karakter olmasına rağmen, Burhan karakterinden izler taşıyan oyunculuğu ile biraz darbe vuruyor filme.

Taylan Biraderler de önlerine gelen incelikli senaryonun önüne geçmeden, hikayenin hizmetine sunuyor yeteneklerini. Giriş ve bitiş sekanslarının altını çizmek gerek. Çok iyi hazırlanmış bu hikayenin final bölümüne yakışır bir çözülmenin olmaması da sinemamızın kronik hastalıklarından biri. Bu yılın en iyi yerlisi olabilecek filmin, cesur sayılabilecek bir sonu etkili anlataması en büyük handikabı.

Sonuçta ortada yine iyi bir film var. Engin Günaydın ve Taylan Biraderlerin ilerisi için umut veren performansı ise cabası.

13 Nisan 2010 Salı

Bright Star

"The Piano", "Holy Smoke" filmleri ile tanıdığımız kadın yönetmen Jane Campion'un gişede ve eleştirmenlerin gözünde pek başarılı olamayan "In The Cut"tan sonra uzun metraja geri dönüşünü müjdeleyen bir film "Bright Star", her şeyden önce. Son büyük İngiliz romantik şairi John Keats'in hayatının son dönemine eğilen film, şairin çok erken ölümünü de şairin bağlı bulunduğu akımdan güç alarak ele alıyor. Belki de son dönemin en iyi romantik filmi var karşımızda. Bunu da "The Notebook"un yolundan gidip, romantizmi duygu sömürü aracı olarak kullanmadan, romantizme saygı duruşunda bulunarak yapıyor.

Cannes'da yarışmasına karşın, dağıtım firmalarının Türk filmlerin bolluğundan ve getirisinden etkilenmesi ile vizyonda hakettiği gibi endam gösteremedi film. Bir kaç kez vizyon tarihi değişmesinin üzerine bir de vizyona İstanbul'da sadece bir sinemada oynayarak girebildi. Ankara'ya geldi mi bilmiyorum, geldiyse bile hangi sinemanın oynatabileceğini düşünemiyorum. Senenin en iyi filmlerinden birinin sinema izleyicisi ile buluşamaması çok üzücü.

Favori karakter oyuncularımdan biri olan Paul Schneider'in da kadroda görmem, açıkçası Jane Campion'dan daha çok heyecanlandırdı beni. "All the Real Girls" ve "Lars and the Real Girl" dilmlerinden hatırlabileceğimiz aktör, Keats'in şair yoldaşı Charles Armitage Brown rolünde üstüne düşen görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Fanny Brawne'nin gözünden izlediğimiz filmde en az Fanny kadar sinir oluyoruz. Brown'a. Buradaki başarısı aktörün senaryoda kendisine açılan yeri mükemmel şekilde kullanıp karakterini zenginleşmesinde yatıyor. Keats'in ölümünden sonra bile Fanny ile Brown arasındaki gerilimi hissetmeye devam ediyoruz ve hatta Fanny'in tarafını tutmaya.

Paul Schneider'i biraz kayırdım ama filmin en iyisi Fanny karakterinde Abbie Cornish. O kadar doğal bir performans sunuyor ki Fanny gerçek bir insana dönüşüyor gözümüzde. Abartıdan ve gösterişten uzak performansının yanında karakteri zenginleştiren ayrıntıları ile ilerisi için çok büyük umut veriyor. Ben Keats rolünde "Perfume: The Story of a Murderer" filminde etkileyici performans sunan Ben Whiskaw ise inanılmaz bir dönüşüm yaparak, kibar ve romantik bir adama can veriyor. Bu değişim ilgi çekici. Belki Abbie Cornish kadar parlamıyor ama filme gerekli katkıyı sunuyor. Böylesi bir romantik filmde hayati olan kimyaları ise güçlü.

Yönetmen Jane Campion ise performans olarak hala "The Piano" zamanında değil ama "In The Cut" başarısızlığının ardından bu filmde biraz daha ölçülü, zaten şiir gibi olan manzaradan güç alan uzun sekanslara imza atıyor. Bu dingin tercihin hikaye anlatımına oldukça güç veriyor. Ve son olarak filme ismini veren John Keats'in Bright Star şiirini verelim.


Bright star, would I were stedfast as thou art--
Not in lone splendour hung aloft the night
And watching, with eternal lids apart,
Like nature's patient, sleepless Eremite,
The moving waters at their priestlike task
Of pure ablution round earth's human shores,
Or gazing on the new soft-fallen mask
Of snow upon the mountains and the moors--
No--yet still stedfast, still unchangeable,
Pillow'd upon my fair love's ripening breast,
To feel for ever its soft fall and swell,
Awake for ever in a sweet unrest,
Still, still to hear her tender-taken breath,
And so live ever--or else swoon to death.

1 Nisan 2010 Perşembe

The Thing

John Carpenter ustanın 1952 yapımı "The Thing from Another World" isimli filmden uyarladığı bir başyapıt. Sinema tarihinin en iyi yeniden çevrimlerinden biri olan film -benim listemde The Fly'la beraber başa oynar- seksenlerin de korku sinemasını oldukça etkilemekte


Film başladığında neden Coen kardeşlerin Fargo'yu beyaz odaklı bir film yaptığını anlar gibi bakıyoruz. Kutuplar ve bembeyaz bir örtü, fırtına öncesi sessizlik. İki Norveçli araştırmacı bir kurdun peşinde koşarak Amerikalıların araştırma üssüne gelirler. Amerikalılar ne olduğunu anlamadan Norveçliler ölür, kurt da Amerikalıların gözetiminde kalır. Kurt Russell'in canlandırdığı MacReady ve Dr.Copper Norveçlilerin üssünü araştırmaya giderler. Onları orada dumura uğratacak bir şey vardır. Büyük bir vahşetin kalıntılarını görürler. Ama onları dehşete düşürecek şey kendi üslerindedir. Amerikalıların üssünde de vahşet başlamıştır.

Masum köpeğin içinde bir şey vardır.

Tahmin edilebilir bir senaryoya rağmen karakter yaratımı, hikayenin akışı, üslup olarak sorunsuz ilerleyen ve bitmesi gerektiği gibi biten bir film var karşımızda. John Carpenter. Kurt Russell filmin yıldız oyuncusu olabilir ama filmin asıl yıldızı tekinsiz atmosferi, kadrajı, oyuncu yönetimiyle bu nasıl bir adamdır dedirtiyor Carpenter. Öyle etkili bir film ki zamanımızın bö diyip korkutmaya çalışan filmlerin aksine durgun bir üslupla karakterlerin yalnızlığını ve çaresizliğini içimize işletiyor.

Son olarak John Carpenter bir önceki filmi "Escape from New York"da başrol verdiği Kurt Russell'a bu filmde de başrol veriyor. İyi ki de veriyor. Neden sevilesi bir star olduğunu da gösterdiği bir performans sunuyor Russell. İnce ince işliyor karakteri.

The Thing
Yönetmen: John Carpenter
Senaryo: Bill Lancaster
Oyuncular: Kurt Russell, Richard Dysart, T.K. Carter

Dandelion

Türkiye'den yine sessiz sedasız geçen iyi bir bağımsız film örneği. Sorunlu Mullich ailesinin sadece ailesiyle değil, çevresindeki bütün insanlarla organik bağı kopmuş oğlu Mason'un hikayesini anlatıyor film. Anne babanın yaptığı kavgalarının molalarında delikanlılık çağında olarak değerlendirdikleri Mason için işler daha ciddidir. Küçük kasabasında hayatını sürdürmek için de pek hevesi yoktur, bitirmek için de. Ve kasabaya güzel sarışın Danny gelir. Annesiyle babasından kaçmaktadırlar. Anne kızının, yaptığı hatalarının benzerini yapmasını hiç istemektedir.

Ve bir kaza olur.

Filmin hikayesini daha fazla anlatıp canınızı sıkmam istemem. Bu filmi izlemelisiniz, çünkü;

-Filmin türü için dram, aşk ve gençlik tanımları kullanılsa da üçünün pek rastlanmayacak bir karışımını yakalamış yönetmen.

-Oyuncu kadrosunun yüksek performansını da cabası.

-Yönetmen Mark Milgard'ın ülkemiz genç yönetmenlerine ilk film nasıl çekilir dersi veriyor.

-Karakter odaklı senaryosu ile film özellikle ikinci bölümde inanılmaz güç kazanıyor.

-Bütün ana kadronun iyi performans göstermesine rağmen başrolde sivrilen Mason ve Danny rolünde Vincent Kartheiser ve Taryn Manning gelecek için umut veriyor.

Bu arada dandelion'un meali karahindiba olmakta.

Dandelion-İlk Aşk
Yönetmen: Mark Milgard
Senaryo: Mark Milgard
Oyuncular: Vincent Kartheiser, Taryn Manning, Arliss Howard

Holmes da Amerikalıya Dönüşürse

Guy Ritche kariyerine öyle bir başlamıştı ki, kariyerinin erken döneminde başarıya ulaşmış yönetmenlere musallat olan lanet mustarip olması kaçınılmazdı. "Lock, Stock, and Two Smoking Barrels" ve "Snatch" ile yükselttiği beklentilerin altında ezilen yönetmen 2000lerdeki vasat işlerine bile şükretilir hale gelmişti. Şimdi de karşımızda efsanevi bir karakterin filmi var: Sherlock Holmes!

Kim ne derse desin, elimizdeki karakter dedektiflerin piri. Polisiye edebiyatınıın yapı taşlarından biri. Yaratılmış bütün dedektif karakterleri etkileyen Sherlock Holmes'un bu kadar gişe hedefleyen bir yapıda bildiğimiz Sherlock Holmes olması mümkün değil. Özellikle karşımıza çıkan filmin bu önemli karaktere saygı duruşunda bulunmak gibi gayesinin bulunmadığı, aksine Holmes'dan ne kazanırsam kardır anlayışına sahip olması filmin bir çok yerinde canımı sıkıyor. Özellikle filmin sonunda devamını bekleyin minvalinden çekilen sahnede kusmak istedim. Bu kadar kapitalit öğeye dayanamadım.

Teknik açıdan mükemmel olabilir, bizi zamanın Londra'sına götürebilir, gerçekten iyi bir filmi örneği olabilir ama bu filme dedektif filmi diyemiyorsak, üzerine ne kadar konuşsak azdır, yazıktır, ayıptır. 

Robert Downey Jr. her ne kadar bayıldığım bir oyuncu olsa da, Iron Man'dan kurtulamamış olduğunu aşikar. Jude Law ise Wilson karakterine cuk oturan bir performans sunuyor. Rachel McAdams da Adler olmak için yırtınıyor ama bir türlü olamıyor. Mark Strong ise filmin kötü adamı rolünde seyirciyi filme bağlayan isim.

Son olarak Guy Ritche'nin gidişatı hakkında sorulacak soru şu: Gore Verbinski mi, yoksa Micheal Bay mi?

Sherlock Holmes
Yönetmen: Guy Ritche
Senaryo: Michael Robert Johnson, Simon Kinberg, Anthony Peckham, Lionel Wigram
Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Mark Strong