24 Eylül 2010 Cuma

Rian Johnson

Sevdiğim adamlardandır şu Rian Johnson. Bizim topraklarda pek gürültü çıkarmamış iki kendine has film yapmış olmasının yanında ana akım sinemanın çoğu türde yaşadığı tıkanıklığın üzerine gidip ortaya birbirine geçmiş türlerden muazzam bir tat başarabilmiş olmasıdır beni çeken. Henüz kariyerinin başında olan bu adamı sadece çektiği iki filmle yapacakları izlenmesi gereken yönetmenler listesine ekledim. Çok saçma bir kararla Türkiye'ye Asi Gençlik ismiyle uğrayan Brick filminde bazı hamlıklarına rağmen belli bir sinema duygusu olan ve daha başka bir şeyler yapmak isteyen genç yönetmenden etkilendim ciddi ciddi. Böylesi bir film yapmak isterdim. Karakterlerin büyüme sorunlarının senaryoda yer bulmaması-bu noktada dedektif film şablonundan çıkmamak gibi bir tercihte bulunmuş olması böyle bir soruna itiyor, uyuşturuc batağına gömülmüş olmaları dışında pek bir şey öğrenemiyoruz sanki-benim nezdimde filmin çok iyi olmasını engelleyen öğe. 2008'de çektiği The Brothers Bloom'da farklı tadının yanında ket vuramadığı hamlıkları da göze çarpıyordu. Şu Rian Johnson'un yeni filminin hazırlıklarının başladığını görünce dayanamadım ve yazıyorum. Looper isimle projede Joseph Gordon-Levitt ve Bruce Willis'in oynaması kesinlenmiş. Heyecanla
bekliyorum.

25 Temmuz 2010 Pazar

Efsanevi 94 Yılı

1995 Oscarları belki de ödül töreninin başlangıcından beri en iyi oscarlar olarak görülmekte. Öyle ki en iyi film dalında aday olan beş filmden üçü sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde daima yer bulacak filmlerdir. Frank Darabont'un inanılmaz bir yönetmenlik performansı gösterdiği ve seyirci oyları ile belirlenen en iyi film seçmelerinde genellikle ilk sırayı alan "The Shawshank Redemption"; Quentin Tarantino'nun efsanevi filmi "Pulp Fiction"; Zemeckis'in olanca iyimserliği ile kotardığı aile filmi başyapıtı "Forrest Gump". 2010 Oscarlarında bir tane en iyi filmi hakeden film bulmakta zorlanırken 95 Oscarları'ndaki bolluk göz kamaştırıyor. Öyle ki herkesin itibar ettiği imdb.com'a  verilerine göre Shawshank ilk sırada yer almakta, Pulp Fiction 6'da, Forrest Gump ise 37'de görmekteyiz.

94 senesinin bu başarısından sinemaya giriş yapan "Post-Modern" kavramının katkısı tartışılmaz. Birbirine geçen türler, 94 senesinden önce rastlayamacağımız karakterler bir anda yepyeni bir soluk getirdi. Gotik yönetmen Tim Burton'un tek gerçekçi filmi "Ed Wood"a biyografik film kalıplarını kullanmasına rağmen biyografik film diyemeceğimiz, Amerikalı Fransız ya da Fransız Amerikalı yönetmen Luc Besson'un hala en iyi işi olan ve sübyancılığa meyleden "Leon"una aksiyon deyip de kurtulmak mümkün değil. Aradan onca yıl geçmesine rağmen aşk filmi olarak sınıflandıramayacağımız "Leon" romantizmine yaklaşan tek filmin yine aşk filmi olarak sınıflandıramayacağımız "Wall-e"'nin olması, bu filmlerin post-modern yaklaşımı ne kadar başarılı kullandığına önemli bir işaret. Post-modern yaklaşımın hiç beklemediğimiz bir alanda, animasyonda kullanımı da 94 senesine rast gelir. Sinemada izlerken ağlamayan çocuğun bulunmadığı, Disney'in tarihi boyunca yaptığı tek cesur hamle -ana karakterlerden birinin ölümü- ile akıllara kazınan "Lion King".

94 senesinden komedi de nasibini alır. Jim Carrey adlı bir komedyen bu yıl yaptığı üç filmle bir anda dünya yıldızı olup çıkar. "The Mask"ta görsel efekt yardımıyla o müthiş mimiklerini konuşturan Carrey, Farrely'lerin aartık klasik olmuş aptal komedisi "Dumb&Dumber" ve dedektif komedisi "Ace Ventura: Pet Detective" ile kendi mimikleri ile ortalığı yıkar. Öyle ki Amerika'da o sene en fazla gişe yapan 15 filmden üçü bu filmlerdir. Bu üç filmin rakamları 300 milyon doları aşmıştır.

Avrupa sinemasında da yetkin eserler ortaya çıkar 94'de. Bela Tarr'ın 450 dakika süren başyapıtı "Satantango", Kieslowski'nin renk üçlemesinin son filmi "Three Colors: Red", Milcho Manchevski'nin insancıl başyapıtı "Before The Rain", Michael Radford'un "Il Postino"su, Ken Loach'ın "Ladybird Ladybird"u öne çıkan filmler olarak kayda geçiyor. Daha sonra Hollywood'da şansını deneyecek olan Kar Wai Wong'un "Chukking Express", ülkesinde sinema hayatını sürdüren Yimou Zhang'un "Huozhe"su Uzakdoğu'dan dünya sinemasına açılmada mihenk taşlarını oluşturmakta.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

George Clooney Evrimi

George Clooney evreninde 1998 senesi bir milat olarak yaftalanabilir. Efsanevi hastane dizisinde yakaladığı başarı ile Hollywood'da yakaladığı şansı başarısız -hatta saçma sapan- tercihlerle baltalayan Clooney için televizyondan dünyasından sinemaya geçme denemeleri kapıyı bir daha açılmamak üzere kapanmak üzerededir. Daha sonraları o dönemde rol aldığı Batman&Robin projesinde bulunmuş olmaktan utandığını itiraf edecektir. Kült film olmaya oynayan From Dust Till Down, başarısız politik-aksiyon denemesi The Peacemaker, vasat bir romantik komedi olarak kayıtlara geçen One Fine Day, Clooney kredisini azaltmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Ve 1998 senesi. Kağıt üzerinde berbat bir proje olan Out of Sight. Sinema geçmekte başarılı olamayan ve televizyondan kurtulmak için son şansını kullanan George Clooney, o tarihe kadar sadece kalçası ile odak noktası olabilmiş ve oyunculuk denemeleri ile izleyicileri güldürmüş Jennifer Lopez, genç yaşında çok iyi bağımsızlara imza atmış ama doksanları ikinci yarısında itibarı ve kendisine duyulan güveni azaltmış Steven Soderberg. Ortaya çıkan iş ise bu üç ayağın doğuşunu sağlamakta. George Clooney ile Jennifer Lopez.arasındaki yüksek kimya bu ölü doğan filmin zafere ulaştıran en önemli etmen oluyor.

George Clooney'in kariyerinde ikinci kırılma noktası ise 2005 yılı. Coen Biraderler, Terrence Malick, Robert Rodriguez gibi isimlerle çalışmasına rağmen bir türlü cazibe merkezi olan imajından sıyrılamamıştır Clooney. Bazı iyi performanslarına rağmen bir türlü iyi oyuncu olarak görülmüyordur. 2005 senesinde politik kimliği ile öne çıkan George Clooney Akademi ödüllerine üç farklı dalda aday olarak büyük bir başarıya imza atar. En iyi Yönetmen ve En iyi Senaryo adaylıklarını getiren "Good Night, and Good Luck" ile taraflı tarafsız herkesin takdiri kazanan Clooney yönetmen olarak saygı duyulan bir isim de olmuştur. Yine politik bir gerilim olarak adlandırabilireceğimiz "Syriana" filminde gösterdiği performansla En iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü alıp, tek oscarını kazanmıştır.

2005 senesinde kazandığı politik kimliğini 2007'nin en iyi politik filmi Michael Clayton'da, Coen komedisi Burn After Reading'de ve son yılların en absürd politik komedisi The Men Who Stare at Goats'da oynayarak perçinlemiştir tabiri caizse. Bu listeye bağımsız ruhlu, politik mesajlara sahip romantik komedi olarak tasvir edebileceğimiz Up in the Air'ı da katmak mümkün. Dört filmlik bu mini listede gösterdiği performansla iki kere daha Oscar'a aday olduğunu belirtmek lazım.

Öyle bir noktaya geldi ki George Clooney, işin mutfağına da girmesinden dolayı biz seyirciler ondan artık sıradan, sırf para kazanma derdi olan filmlerde olmayacağını bilir hale geldik. Clooney ismi bir zamanlar ucuz romantik komediler, Batman&Robin gibi berbat blockbuster projeleri ile anılırken, şimdi afişte isminin bulunması filmin kaliteli olduğuna alamet olarak görüyoruz.

23 Temmuz 2010 Cuma

Truman Capote'yi Tanımak

İnsanat'ın son yazısını okuyunca "Truman Capote olmak nasıl bir histir"i betimleyen filmi yazmazsam olmazdı. 2005'in süpriz filmlerinden "Capote" mevzubahis. Akademi ödüllerine beş önemli dalda aday olup, en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan filmi ilginç bir sinema denemesi olarak ele alabiliriz pekala. Truman Capote'nin Amerikada yılın olayı olan "In Cold Blood" romanının yazış dönemine odaklanan filmde, kendimizi bir yandan sanki bir edebiyat atölyesi içerisinde, bir yandan da Amerikan taşrasının ürpertici havasını soluyorken buluyoruz.

"In Cold Blood" romanı sebepsiz yere işlenen en vahşi cinayetin anatomisini sunuyor okuyucuya. Katil ve maktüllerin hayatlarına müdahil olan Capote, inanılmaz ayrıntılı tasvirleri ile de cinayeti tüm geçekliliği ile karşımıza koymakta. Suç kavramına sosyolojik temeller üzerinden eğilen yazar, toplumda kazanan ile kaybeden arasında yükselen ayrımın, duvarın esas suçlu olduğunu iddia ediyor. Bu noktada katillerden birisi ile duygusal bir bağ oluşturduğunu söylemek de gerek. Bir çok eleştirmenin bu ilişkiyi gündeme getirerek, Capote'nin suçu topluma atmasını bu ilişkiye bağlıyorlar. Bu görüşe katıldığımı söyleyemeceğim, size de kendi fikrinizi yaratmak için Ayrıntı Yayınlarından "Soğukkanlılıkla" ismi ile piyasaya çıkarılan kitabı önerebilirim. Üstelik bu kitabı okuduktan sonra, filmden alacağınız zevkin iki hata daha fazla kata çıkacağının garantisini verebilirim.




Tabi romanı okuduktan sonra kitabın nasıl yazıldığını izlemek kesmediyse sizi, sizi 1967 yılında yapılmış "In Cold Blood" uyarlamasını önerebiliriz. Kitaba oldukça sadık yapılmış bu uyarlama da oldukça iyi eleştiriler almış, hatta Akademi ödüllerine de dört dalda aday olmuş. Robert Blake'nin unutulmaz Perry yorumu ve Dick rolündeki Scott Wilson ile arasında yüksek uyum filmi cazibeli kılan ayrıntılardan birisi. Dönemin en rahatsız edici filmlerinden biri olduğunu söylemeye de gerek yok. Modern amerikan edebiyatının en rahatsız edici romanından sinemaya bu kadar güçlü taşınması takdire şayan.

Capote'yi sadece "In The Cold" üzerinden tanımaya çalışmak yeterli gelmezse, yine unutulmaz bir uyarlama olan "Breakfast at Tiffany's" izlemek yerinde olacaktır. "Capote" filminde de Truman Capote'nin hayatının bir parçası olarak görebileceğiniz sosyete hayatını, partileri Audrey Hepburn'un çarpıcı oyunculuğunun da katkısıyla izlemek de cabası.

22 Temmuz 2010 Perşembe

M. Night Shyamalan Gecesi

Son filmi "The Last Airbender" uyarlamasından evvel eleştirmenlerden ve seyircilerden değişik tepkiler alan Shyamalan Gecesi düzenlemek farz oldu. Cumartesi gecesini 99'dan beri, daha doğrusu "ölü adamlar görüyorum" vakasından beri yaptığı her işin üzerine olumlu ya da olumsuz belki de gereğinden çok fazla konuşulan yönetmene ayırmak gerek.

İlk film Sixth Sense: Hakkında yeni bir yorum yapmak, başka bir açıdan bakmak neredeyse mümkün değil. Özellikle atmosfer yaratmak konusunda ders olacak filmin senaryosunda yapısal bir bozukluk bulmak işi de sinema manyaklarını çıldırtacak cinsten. Film matematiğinin kusursuz şekilde uygulanmasının yanı sıra süpriz son kavramını sonsuza kadar değiştirmesi de cabası.-Şunu da belirtmek gerek; Dr. Crowe'un ölü olduğunun ortaya çıktığı bölüm tamemen kesilmiş olsa bile, karşımıza çok iyi bir film çıkmış olacaktı. Küçük Cole'nun "ölü insanlar görüyorum"unu annesine anlattığı kısmın klasik sinema tanımları içerisinde filme yeterince güçlü bir son hazırlıyordu. Kimse film bitti işte dedikten sonra böyle bir son beklemiyordu. Ortada "Usual Suspects"teki süpriz son gibi bir son yoktu. Çünkü başka türlü bitemezdi şüpheliler.-

İkinci film ise Unbreakable: En fazla haksızlığa uğrayan filmi diyebiliriz yönetmen için. Final sahnesi ile Sixth Sense'nin mirasından nemalananmakla suçlanan film, aslında çizgi roman sanatına yapılmış çok iyi bir güzelleme. Final sahnesindeki cesur hamleyle iyi ile kötü arasındaki ilişkinin üzerine ciddi laflar söylediğini de itiraf etmeliyiz. Eliyah karakterinin derinliği, malzemesi ile bir anda bazı eleştirmenlere göre Sixth Sense'i geçen bir duruma gelmesine rağmen gişede süpriz son algısına yenik düşmüştü. Gizli bir başyapıt.

Üçüncü film ise The Village: Bu filmin burada olmasının sebebi ise yönetmenin filmlerinin süpriz sonlu yarısında olması. İlk iki filmden daha geniş ve parlak bir kadroya sahip bu filmi diğerlerinden farklı yapan ise yönetmenin tek gerçek ötesine bağlanmayan bir film olması. Yönetmenin atmosfer konusunda zayıfladığını, içindeki oyunculuk isteğinin biraz daha ön plana çıkmaya başladığı, bir çoklarına göre kariyerinin ciddi ciddi düşüşe geçtiğini söyleyebiliriz. Sırf Bryce Dallas Howard keşfi için izlenebilecek bir film. İyi bir film demek zor ama kötü de sayılmaz.

Dördüncü filmde tamemen kişisel sebeplerden The Happening: Yönetmenin tercihlerinin keskinleştiği, gitgide arthouse sinemaya göz kırpmaya başladığı bir film Happening ve kesinlikle herkese göre değil. Kaderci diye yaftalayabileceğimiz ikinci grup filmlerinin, kaderinde kahramanlık olan bir karakterin olmayan tek üyesi. Çatıdan atlama sahneleri ile sinema tarihinin en saykodelik sahnelerinden birine sahip olduğunu da belirtmeliyiz.
Ayrıca Zoey Deschanel'i korkarken izlemek de ilginç bir deneyim.

Beşinci filmde ise Signs. Sorunlu aile takıntısının cıvkının çıktığı, zaten ürkütücü olan uzaylı konusunu sadece fon olarak kullandığı, uzaylıların bulunmadığı kısımda daha önce biz bu filmi izlemiştikten kurtulamadığımız ve yönetmenin egosunun giderek büyüdüğünü acı ile izlediğimiz film olarak geçti kayıtlara. Collen Hess'in ölümünün anlatıldığı sekansta yönetmenin maharetli ellerini fark ettiğimiz gibi film bitince artık senaryoyu ehil ellere bırak da dedik. Şımarmıştı Shyamalan.

Son olarak babasından bebelerine gelen korkunç masal Lady In The Water. Sinemada keşke babam da bana böyle hikayeler anlatsa demedim değil ama yönetmeni yan rolde yeni başkanı en fazla etkileyecek kitabın yazarı olarak izlemek can sıkıntısından daha fazlası. Narsizm yolcusu olmakla suçlanan -haklı olarak- yönetmenin "hayatta herkesin bir rolü vardır" önermesinin tavşanın suyunun suyu haline getirmesi de eleştirelecek bir başka nokta. İyi oyuncu, güzel oyuncu Paul Giamitti yırtınıyor.

Eleştirilse de sevilse de, Shyamalan filmlerini izlerken hiç olmazsa sıkılmıyorsunuz. Yönetmenin aptal ya da paragöz olmadığı ortada ama bazen fazla zekalı olduğunu da düşünmeden edemiyorsunuz. Sabaha karşı uyuyabilirsiniz, uyandığınızda kendine has bu yönetmeni cidden tanımaya başladığınızı düşünebilirsiniz. Hatta iyi bir çocuksanız...

14 Nisan 2010 Çarşamba

Vavien

Burhan karakteri ile televizyon dünyasını sallayan Engin Günaydın'ın senaryosunu yazıp, başrolünü oynadığı Vavien; Türk sinemasında örneklerini pek göremediğimiz kara komedi türüne yeni bir soluk getiriyor. Türk'ün kara komedi ile imtihanı olarak da yaftalayabileceğimiz film türün gerekliliklerini elinden geldiğince yerine getiriyor. Son bölümde biraz sarkıyormuşçasına bir hal almasına rağmen erkek mentalitesine de çok güçlü bir bakış gerçekleştiriyor. Özellikle baba-oğul arasındaki ilişki beklenmeyecek derecede dürüst.

Binnur Kaya masum kadın rolünde filmin zirve oyunculuğuna imza atıyor. Geri döndüğünde, Binnur Kaya'nın mimiklerinden gözlerimizi alamıyoruz. Her projesinde gösterdiği performansla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan oyuncu, bu filmdeki performansıyla kazandığı ödülleri sonuna kadar hakediyor. Hele ki bu güçlü performansı ile, filmin senaristi ve başrol oyuncusu Engin Günaydın'ı gölgede bırakmasına eklenecek yeni bir söz yok.

Engin Günaydın'ın ne kadar yetenekli olduğunu televizyon işlerinden biliyoruz. Bu film için esas mesaiyi Celal karakterini canladırırken değil, Taylan Biraderlere kariyerlerinin en iyi filmini yapma fırsatı veren senaryoyu yazarken harcamış. Elektrikçi abisinden esinlenip yaratığı Celal karakteri gayet ornijal bir karakter olmasına rağmen, Burhan karakterinden izler taşıyan oyunculuğu ile biraz darbe vuruyor filme.

Taylan Biraderler de önlerine gelen incelikli senaryonun önüne geçmeden, hikayenin hizmetine sunuyor yeteneklerini. Giriş ve bitiş sekanslarının altını çizmek gerek. Çok iyi hazırlanmış bu hikayenin final bölümüne yakışır bir çözülmenin olmaması da sinemamızın kronik hastalıklarından biri. Bu yılın en iyi yerlisi olabilecek filmin, cesur sayılabilecek bir sonu etkili anlataması en büyük handikabı.

Sonuçta ortada yine iyi bir film var. Engin Günaydın ve Taylan Biraderlerin ilerisi için umut veren performansı ise cabası.

13 Nisan 2010 Salı

Bright Star

"The Piano", "Holy Smoke" filmleri ile tanıdığımız kadın yönetmen Jane Campion'un gişede ve eleştirmenlerin gözünde pek başarılı olamayan "In The Cut"tan sonra uzun metraja geri dönüşünü müjdeleyen bir film "Bright Star", her şeyden önce. Son büyük İngiliz romantik şairi John Keats'in hayatının son dönemine eğilen film, şairin çok erken ölümünü de şairin bağlı bulunduğu akımdan güç alarak ele alıyor. Belki de son dönemin en iyi romantik filmi var karşımızda. Bunu da "The Notebook"un yolundan gidip, romantizmi duygu sömürü aracı olarak kullanmadan, romantizme saygı duruşunda bulunarak yapıyor.

Cannes'da yarışmasına karşın, dağıtım firmalarının Türk filmlerin bolluğundan ve getirisinden etkilenmesi ile vizyonda hakettiği gibi endam gösteremedi film. Bir kaç kez vizyon tarihi değişmesinin üzerine bir de vizyona İstanbul'da sadece bir sinemada oynayarak girebildi. Ankara'ya geldi mi bilmiyorum, geldiyse bile hangi sinemanın oynatabileceğini düşünemiyorum. Senenin en iyi filmlerinden birinin sinema izleyicisi ile buluşamaması çok üzücü.

Favori karakter oyuncularımdan biri olan Paul Schneider'in da kadroda görmem, açıkçası Jane Campion'dan daha çok heyecanlandırdı beni. "All the Real Girls" ve "Lars and the Real Girl" dilmlerinden hatırlabileceğimiz aktör, Keats'in şair yoldaşı Charles Armitage Brown rolünde üstüne düşen görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Fanny Brawne'nin gözünden izlediğimiz filmde en az Fanny kadar sinir oluyoruz. Brown'a. Buradaki başarısı aktörün senaryoda kendisine açılan yeri mükemmel şekilde kullanıp karakterini zenginleşmesinde yatıyor. Keats'in ölümünden sonra bile Fanny ile Brown arasındaki gerilimi hissetmeye devam ediyoruz ve hatta Fanny'in tarafını tutmaya.

Paul Schneider'i biraz kayırdım ama filmin en iyisi Fanny karakterinde Abbie Cornish. O kadar doğal bir performans sunuyor ki Fanny gerçek bir insana dönüşüyor gözümüzde. Abartıdan ve gösterişten uzak performansının yanında karakteri zenginleştiren ayrıntıları ile ilerisi için çok büyük umut veriyor. Ben Keats rolünde "Perfume: The Story of a Murderer" filminde etkileyici performans sunan Ben Whiskaw ise inanılmaz bir dönüşüm yaparak, kibar ve romantik bir adama can veriyor. Bu değişim ilgi çekici. Belki Abbie Cornish kadar parlamıyor ama filme gerekli katkıyı sunuyor. Böylesi bir romantik filmde hayati olan kimyaları ise güçlü.

Yönetmen Jane Campion ise performans olarak hala "The Piano" zamanında değil ama "In The Cut" başarısızlığının ardından bu filmde biraz daha ölçülü, zaten şiir gibi olan manzaradan güç alan uzun sekanslara imza atıyor. Bu dingin tercihin hikaye anlatımına oldukça güç veriyor. Ve son olarak filme ismini veren John Keats'in Bright Star şiirini verelim.


Bright star, would I were stedfast as thou art--
Not in lone splendour hung aloft the night
And watching, with eternal lids apart,
Like nature's patient, sleepless Eremite,
The moving waters at their priestlike task
Of pure ablution round earth's human shores,
Or gazing on the new soft-fallen mask
Of snow upon the mountains and the moors--
No--yet still stedfast, still unchangeable,
Pillow'd upon my fair love's ripening breast,
To feel for ever its soft fall and swell,
Awake for ever in a sweet unrest,
Still, still to hear her tender-taken breath,
And so live ever--or else swoon to death.

1 Nisan 2010 Perşembe

The Thing

John Carpenter ustanın 1952 yapımı "The Thing from Another World" isimli filmden uyarladığı bir başyapıt. Sinema tarihinin en iyi yeniden çevrimlerinden biri olan film -benim listemde The Fly'la beraber başa oynar- seksenlerin de korku sinemasını oldukça etkilemekte


Film başladığında neden Coen kardeşlerin Fargo'yu beyaz odaklı bir film yaptığını anlar gibi bakıyoruz. Kutuplar ve bembeyaz bir örtü, fırtına öncesi sessizlik. İki Norveçli araştırmacı bir kurdun peşinde koşarak Amerikalıların araştırma üssüne gelirler. Amerikalılar ne olduğunu anlamadan Norveçliler ölür, kurt da Amerikalıların gözetiminde kalır. Kurt Russell'in canlandırdığı MacReady ve Dr.Copper Norveçlilerin üssünü araştırmaya giderler. Onları orada dumura uğratacak bir şey vardır. Büyük bir vahşetin kalıntılarını görürler. Ama onları dehşete düşürecek şey kendi üslerindedir. Amerikalıların üssünde de vahşet başlamıştır.

Masum köpeğin içinde bir şey vardır.

Tahmin edilebilir bir senaryoya rağmen karakter yaratımı, hikayenin akışı, üslup olarak sorunsuz ilerleyen ve bitmesi gerektiği gibi biten bir film var karşımızda. John Carpenter. Kurt Russell filmin yıldız oyuncusu olabilir ama filmin asıl yıldızı tekinsiz atmosferi, kadrajı, oyuncu yönetimiyle bu nasıl bir adamdır dedirtiyor Carpenter. Öyle etkili bir film ki zamanımızın bö diyip korkutmaya çalışan filmlerin aksine durgun bir üslupla karakterlerin yalnızlığını ve çaresizliğini içimize işletiyor.

Son olarak John Carpenter bir önceki filmi "Escape from New York"da başrol verdiği Kurt Russell'a bu filmde de başrol veriyor. İyi ki de veriyor. Neden sevilesi bir star olduğunu da gösterdiği bir performans sunuyor Russell. İnce ince işliyor karakteri.

The Thing
Yönetmen: John Carpenter
Senaryo: Bill Lancaster
Oyuncular: Kurt Russell, Richard Dysart, T.K. Carter

Dandelion

Türkiye'den yine sessiz sedasız geçen iyi bir bağımsız film örneği. Sorunlu Mullich ailesinin sadece ailesiyle değil, çevresindeki bütün insanlarla organik bağı kopmuş oğlu Mason'un hikayesini anlatıyor film. Anne babanın yaptığı kavgalarının molalarında delikanlılık çağında olarak değerlendirdikleri Mason için işler daha ciddidir. Küçük kasabasında hayatını sürdürmek için de pek hevesi yoktur, bitirmek için de. Ve kasabaya güzel sarışın Danny gelir. Annesiyle babasından kaçmaktadırlar. Anne kızının, yaptığı hatalarının benzerini yapmasını hiç istemektedir.

Ve bir kaza olur.

Filmin hikayesini daha fazla anlatıp canınızı sıkmam istemem. Bu filmi izlemelisiniz, çünkü;

-Filmin türü için dram, aşk ve gençlik tanımları kullanılsa da üçünün pek rastlanmayacak bir karışımını yakalamış yönetmen.

-Oyuncu kadrosunun yüksek performansını da cabası.

-Yönetmen Mark Milgard'ın ülkemiz genç yönetmenlerine ilk film nasıl çekilir dersi veriyor.

-Karakter odaklı senaryosu ile film özellikle ikinci bölümde inanılmaz güç kazanıyor.

-Bütün ana kadronun iyi performans göstermesine rağmen başrolde sivrilen Mason ve Danny rolünde Vincent Kartheiser ve Taryn Manning gelecek için umut veriyor.

Bu arada dandelion'un meali karahindiba olmakta.

Dandelion-İlk Aşk
Yönetmen: Mark Milgard
Senaryo: Mark Milgard
Oyuncular: Vincent Kartheiser, Taryn Manning, Arliss Howard

Holmes da Amerikalıya Dönüşürse

Guy Ritche kariyerine öyle bir başlamıştı ki, kariyerinin erken döneminde başarıya ulaşmış yönetmenlere musallat olan lanet mustarip olması kaçınılmazdı. "Lock, Stock, and Two Smoking Barrels" ve "Snatch" ile yükselttiği beklentilerin altında ezilen yönetmen 2000lerdeki vasat işlerine bile şükretilir hale gelmişti. Şimdi de karşımızda efsanevi bir karakterin filmi var: Sherlock Holmes!

Kim ne derse desin, elimizdeki karakter dedektiflerin piri. Polisiye edebiyatınıın yapı taşlarından biri. Yaratılmış bütün dedektif karakterleri etkileyen Sherlock Holmes'un bu kadar gişe hedefleyen bir yapıda bildiğimiz Sherlock Holmes olması mümkün değil. Özellikle karşımıza çıkan filmin bu önemli karaktere saygı duruşunda bulunmak gibi gayesinin bulunmadığı, aksine Holmes'dan ne kazanırsam kardır anlayışına sahip olması filmin bir çok yerinde canımı sıkıyor. Özellikle filmin sonunda devamını bekleyin minvalinden çekilen sahnede kusmak istedim. Bu kadar kapitalit öğeye dayanamadım.

Teknik açıdan mükemmel olabilir, bizi zamanın Londra'sına götürebilir, gerçekten iyi bir filmi örneği olabilir ama bu filme dedektif filmi diyemiyorsak, üzerine ne kadar konuşsak azdır, yazıktır, ayıptır. 

Robert Downey Jr. her ne kadar bayıldığım bir oyuncu olsa da, Iron Man'dan kurtulamamış olduğunu aşikar. Jude Law ise Wilson karakterine cuk oturan bir performans sunuyor. Rachel McAdams da Adler olmak için yırtınıyor ama bir türlü olamıyor. Mark Strong ise filmin kötü adamı rolünde seyirciyi filme bağlayan isim.

Son olarak Guy Ritche'nin gidişatı hakkında sorulacak soru şu: Gore Verbinski mi, yoksa Micheal Bay mi?

Sherlock Holmes
Yönetmen: Guy Ritche
Senaryo: Michael Robert Johnson, Simon Kinberg, Anthony Peckham, Lionel Wigram
Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Mark Strong

21 Mart 2010 Pazar

the twilight saga-new moon

Arkadaş grubunuzda mutlaka vardır. Hollywood filmlerini beğenmeyen ve art-house sinemasından ya da counter sinemadan bir kaç isim, terim öğrenip ahkam kesen birileri... İnsanlara Nuri Bilge ya da Zeki Demirkubuz sevdirme çabasında olan. Aslında o arkadaşların içinde de ana akım sinemaya duyulan bir saygı ve sevgi olduğunu hissederseniz; inkar etseler bile onlar Transformers serisinden ya da Twilight'tan zevk alırlar, duyumsarsınız. Bunları niye yazıyorum; çünkü beni de onların yerine koyun. İtiraf ediyorum: Utansam da inanılmaz keyif aldım Yeni Ay'dan. Vurun beni.

Ama önce bir savunmamı dinleyin. Ne olur, ölümü görün. Belli bir sinema zevki bulunan bir adam, bu kadar berbat bir filmden niye zevk alır, merak etmiyor musunuz? Eminim ediyorsunuzdur, çünkü dört yanınızı berbat filmler sarmış, vaktinizi ya da paranızı boşuna harcadığınızı düşünüp vicdan azabı çekmekten yorulmuşsunuzdur. İnanın çok keyif aldım bu filmden, hatta Transformers 2'den ya da 2012'den daha fazla. Gerçekten.

Belki komik gelecek ama filmde en iyi oyunculuk Robert Pattinson'undu. Romanları okumadım ama eğer geçmiş 109 senesi anlatılırsa sonraki filmlerde; Edward karakterinin otizm problemlerinin kaynağını öğreneceğiz. Beyaz tenli, sürekli "yaşama sebebi sensin" diyen bir vampire aşık olan kız rolünde ise Kristen Stewart ise karakterini bir nevi kötü kıza yorumlamış. "Yazık kızcağıza" yerine "orospu" diyesim geliyor. Neydi o sinema çıkışı konuşmaları. "Hostel 2" bile bu kadar midem bulanmamıştı. Jacop ise yorumsuz. Podyumlarda tutulamayacağını hisseden Taylor Lautner şansını bi de Twilight çayırlarında deniyor. Ama çocuk yanıyor.

Anlamıyorum. Para kazanmak ya da ün, bu kadar kolay nasıl oluyor? Bu kadar para harcanıp, bu kadar izlenen bir filmde elle tutulur hiç bir şey mi olmaz? Bu teknik ekip, senaristler ve oyuncular oturup karar vermişler; bu hikayeyi olabildiğince banal anlatmalıyız, yoksa olmaz. Tamam, filmi liseli kızları sinemaya çekmek için yaptınız da "An Education" gibi filmlerin yanında lise aşklarının cıvkını çıkarmak oluyor.

Annem ve babama zorla "Uzak" filmini izletmiştim. Onlar yürüme sahnelerinde, bir önceki sahnenin yorumunu yapıyorlardı uzun uzun. Filmi sevmişlerdi gerçekten. Ben de New Moon'u izlerken durup durup bir önceki sahnenin geyiğini yapıyordum. Hatta bir oyun bile geliştirmiştim: Yakaladığım bütün ucuz numaraları kullanıp da en çok güldüren filmleri listelemek.

The Twilight Saga-New Moon
Yönetmen: Chris Weitz
Senaryo: Melissa Rosenberg
Oyuncular: Kristen Stewart, Robert Pattinson, Taylor Lautner

NOT: Edward'ın çekip gitmesi bana feci halde "Issız Adam" kahkalarımı hatırlattı.

19 Mart 2010 Cuma

Beti- Kısa Film Hikayesi

Her insan bir dünya... Kendi kati kuralları olan; işleyişi, dinamikleri farklı. Kendi duvarlarımız var; içeridekilerin olabildiğince kendimize ait, olabildiğince kendimize özgü kalması için. Dünyamıza dahil olmaya çalışan her yeni insan, değişiklik demek. Çünkü, yaşadığımız her saniye bir öncekinden farklı, her saniye kişiliğimize ilmik ilmik yeni dallar örerken, bir insanın getireceği değişim rüzgarını azımsamamak gerek. Çünkü insan başka insanı etkilemeden duramaz, değiştirmeye çalışmadan ya da kendisini değiştirmeden, bu insanın doğasına aykırı. Çünkü insanlık kollektif bir bilinçle doğar, büyür, anlam kazanır, ölür ve anlam kaybeder. Çünkü hızlanan zamanla birlikte değişim sürekli kendini yenileyen bir hal aldı. Çünkü kişiliğimiz üzerinde okuduğumuz saçam sapan bir tweetin bile inanılmaz etkisi var. Çünkü kişiliğimiz bilinçten ziyade bilinçaltıyla haşır neşir ve gözümüzün önünden geçenlerin haddi hesabı yoktur.  Bazen bir bakarız; dünyamıza her soktuğumuz insan bizi bir parça da olsa değiştirmiş. Bazen bir bakarız; o kadar kalabalık olmuşuz ki kendimize özgü bir şey kalmamış bu evde.

Böyle şeyler anlatmayı deneyeceğiz. Biraz kremalı saçmalık...

Pınar kızın ismi. Pınar'ın bir gününü anlatalım başlarken. Uyanır önce. Odasına ve dünyaya adapte olmaya çalışır. Oda küllüklerle, boş sigara kutuları ile dolu. Tuvalete gider ve aynada kendini izler biraz. Odasının penceresinden balkona çıkar ve sigara içer. Kendini ritme kaptırmış Pınar, elinde bir satır; ileri geri sallıyor. Ritme uyarak oyuncak bebeklerin kafalarını koparıyor. Bir sonraki sahnede ise çalıştığı barda görürüz. Barmen kızımız, tezgahı silmekte ve barın penceresinden üst kattan atılan eşyalar gözükmekte.  Ha bu arada bu bölümün hiç bir sahnesinde Pınar yalnız değil, hep yanında birileri var.

Başka bir kız olsun öbür kızın ismi. Bu kızımızda Pınar'ın tersi olsun. Pınar'ın hayatı ne kadar kalabalıksa o kadar yalnız olsun bu kız. Odasının duvarları kendi yaptığı resimlerle döşenmiş olsun. Boyu kadar kitapları olsun. Onlarca çalar saati olsun ve bu onlarca çalar saat on saniye aralı kurulmuş olsun. Çalmaya başlasın biri, sonra diğeri, sonra öbürü ve kızımız hepsini susturmaya çalışsın. Sonra duvar resimlerinin altında ağlasın kızımız. Kitaplarının altında ezilsin. Avazı çıktığı kadar bağırıp, çıksın evden. Pınar'ın çalıştığı barda Pınar'ın karşısına otursun.

Ve gelelim üçüncü bölüme. Pınar bu kadar kalabalıktan sonra, gelenlerin onu değiştirmesine izin vermiyor; o, geleni değiştiriyor. Kızımız ise yalnızlığından ve kendisinden bıkmış şekilde, aynada değiştirilmiş bir şeyler görmek istiyor ve Pınar'ın tüm değişim tekliflerini kabul ediyor. Pınar, kızımızı yatağa bağlıyor ve bıçaklarını kızımıza geçiriyor. Beğenmediği tüm şeyleri kesiyor ve kendi yeni bir şekil veriyor. Kızımızın saçları kısalıyor, ojeleri kararıyor, tişörtleri delik deşik oluyor. Çünkü Pınar sadece bu şekilde dünyasına birisini kabul edecek. Çünkü asosyallikten muzdarip kızımız da sadece değişmek istiyor; nelere mal olduğunu düşünmüyor. Ve Pınar'ın kendisini andıran bir oyuncak bebeği olması ile son buluyor hikaye. Bu...

18 Mart 2010 Perşembe

Zombieland

George A. Romero zombi türünün kitabını yazarken zombileri birer korku öğesinden çıkarıp, onları dünya üzerine konuşmak adına birer metafor olarak kullanmıştı. Politikada yüzlerce, binlerce hitabetle anlatılamayanı, o doksan dakikaya sığdırıp seyirciye yeni düşünme alanları açıyordu. Her ne kadar korku-komedi türünün başyapıtlarından olan Shaun of the Dead'i çok sevsek de, zombi geleneğinin dışında yer alan bir yapımdı. Şimdi ise karşımızda Hollywood enjekte edilmiş bir film var: Zombieland.

Film Amerikan nüfusunun neredeyse hepsinin zombileştiği bir tarihte başlıyor. Bu süreç de çok kısa bir zamanda gerçekleşmiş, hatta Twinkieler bile daha bozulmamış. Genç paranoyak Colombus, (artık insanlar kendi ismini değil de memleketlerini isim olarak alıyorlar) zombi öldürmek konusunda uzmanlaşmış Tallahassee, üçkağıtçı kızkardeşler Wichita ile Little Rock'ın arasında katılıp Amerika'da zombisiz bir yer arayışına giriyoruz. Bu arayış, biraz iğneli bir mizahla yoğrulmuş. Özellikle Hollywood sahnelerinde öne çıkan bu mizah, filmin en akılda kalıcı bölümünü de oluşturmuş oluyor.

Ama bu mizah sulu bir komediye gitmiyor. Kendini ciddiye almadan ama fazla da salmadan, dört farklı insanın aileye dönüşmesini anlatan yol filmi Zombieland. Asla Romero, Fulci gibi isimlerin yanından geçecek bir film değil. Klasik Hollywood yol filmi taslağını da Hollywood'un pek girmesini istemediğimiz bir alanda görmek de hoş değil. Zombi filmlerini aşk, aile, güven gibi duyguların üzerine giden, üzerine sorular sorduran yapısıyla çok sevmiştik ve şimdi Hollywood yıllar yılı giremediği bu bakir alanı da çok iyi kullanabileceğini gösteriyor.

Zombieland-2009
Yönetmen: Ruben Fleischer
Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick
Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin

NOT: Zombieland'ın ikincisinin de yolda olduğunu söyleyelim.

Haftanın Yeni Filmleri

Haftanın altı yeni filmi var; Türk sinemasındaki üretimin çoğalmasının bir göstergesi olarak altı filmin dördü Türk.

Kara Köpekler Havlarken özelikle festivallerde gösterdiği performansla ilgi topluyor. Selim ve Çaça'nın mahalle delikanlılığından sınıf atlama çabalarına terfi etmesini anlatan film, oyuncu kadrosu ile de dikkat çekiyor. Cemal Toktaş, Volga Sorgu Tekinoğlu, Erkan Can, Murat Daltaban gibi isimlerin başını çektiği grup, olabildiğince gerçekçi çekilmiş filmin ruhuna çok büyük katkı sağlıyor. Gidip görülesi bir film.




İstanbul Film Festivali'nde En iyi film ödülünü kazanan Köprüdekiler aynı zamanda yönetmen Aslı Özge'nin ikinci uzun metraj kurmaca filmi. 2006 yılında belgesel yapma fikrinden yola çıkıp, köprü üzerinde çalışna gençle tanışıp, inceledikten sonra gerçek karakterlere, hikayelere dayalı bir kurmaca filmi fikrine dönüşen film, amatör oyuncuların performansı üzerinde yükselen bir başarı hikayesi oluyor. Film ile ilginç notlardan biri, polis karakteri için gerçek polis kullanılması Emniyet Müdürlüğü tarafından engellenmesi ve polis rolleri amatör ve profesyonel oyuncular tarafından canlandırılması.



Atatürk filmleri furyasında senaryosu Kurtuluş Savaşı dönemini en iyi anlatan yazar Turgut Özakman'ın elinden Dersimiz Atatürk, daha çok çocukları ve gençleri hedeflemesi ile diğer filmlerden ayrılıyor. Ama hikaye kurgusu, ortaya çıkacak işin fazla didaktik bir iş olacağı yönünde tahminler ürettiriyor. Üstelik televizyon dizileri yöneterek kamera arkasına geçen Hamdi Alkan'ın her ne kadar ikinci sinema filmi olmasına rağmen televizyon estetiğinden kurtulup kurtulamayacağı ayrı bir merak konusu. Ayrıca Halit Ergenç de Atatürk'ü oynayarak hayalini gerçekleştiren bir diğer oyuncu oluyor. Umarım şoven bir tarzla ele almamıştır rolü.



Bahadır Boysan'ın çizgi kahramanı Büşra şimdi de beyazperdede hayat buluyor. Üniversiteden yeni mezun olmuş, yetiştiği kültür ile çelişkileri olan Büşra'nın, liberal bir köşe yazarı olan Yaman ile arasındaki zor aşkı anlatan film, türbanlı bir karakteri başrole koyarak ama türban üzerine kelamı olduğunu da belli ederek ciddi tartışmalar koparacağa benziyor. Yönetmenliği ise kısa filmleri ile tanınan Alper Çağlar yapıyor. Önemli rollerde ise Mine Kılıç, Tayanç Ayaydın, Çiğdem Batur, Coşku Cem Akkaya ve Kaan Urgancıoğlu'nu izleyeceğiz.





Amerika'da iyi gişe rakamlarına ulaşan Dear John filmi, Nicholas Sparks'ın romanından uyarlama. John Tyree ailevi sorunlardan dolayı orduya yazılarak evden ayrılır; orduya katılmadan önce Savannah ile tanışır. 11 Eylül'den sonra orduya katılan John ile Savannah ilişkileri artık mektuplar üzerinden ilerleyecektir. Son dönemle çektiği ortalama işlerle bilinen Lasse Hallström'un, okyanusun öbür yanından gelen yorumlara göre gene ortalama bir işe imza attığını söylebiliriz. Ağlak sularda gezen bu romantik-dram filminde başrolde genç oyuncular Channing Tatum ile Amanda Seyfried bulunuyor.




Sezonun en absürt filmlerinden biri olan "Özel Kuvvetler" ile bitiriyoruz. İnanılmaz bir oyuncu kadrosuna, absürt ve sert eleştirilerde bulunan diline bakarak tavsiye edebileceğimiz bir film. Başrollerinde üç oscarlı isime (George Clooney, Jeff Bridges, Kevin Spacey) ek olarak Ewan McGregor'u görüyoruz. Amerikan ordusunda psişik güçlere sahip bir ekibi araştıran bir gazeteci ve o ekibe mensup olduğunu iddia eden bir askerin; Savaşçı Rahipler adındaki psişik ekibi bulma macerasını anlatıyor film.

15 Mart 2010 Pazartesi

Ninja Assassin


Ninja Assasin isimli bir filmden ne beklersiniz? Ciddi ciddi soruyorum, ne beklersiniz? Yönetmen Matrix serisininde yardımcı yönetmenlik, V for Vendetta'da da yönetmenlik yapmışsa hele. Ben kendi hesabıma en azından etkileyici bir görsellik beklerim ama abartılı bir görsellik. Kan sıçramalı, sıradan insanların asla başaramayacağı ve hatta asla denemeyeceği hareketler olmalı üstelik. Kimse ne Neo olabilir, ne de V; onlar sadece özdeşleşmek için var. Afişe baktığımızda da az biraz karşımıza ne çıkacağını biliyoruz.

Wachowski biraderlerin altında yetişmiş James McTeigue'ye V for Vendetta macerasında Alan Moore katmanlı metini ve Wachowski biraderlerin maharetli elleri çok yardım etmiş diyorum, film bittiğinde. Toy senaristlerin ilk büyük hikayeleri diyebileceğimiz Ninja Assassin filmin bir çok yerinde büyük umutlar besleyebileceğimiz kırılma fırsatlarını değerlendirmeyip, çok fasosu olmayan dar bir senaryoyu kendine kılavuz alıyor. Çünkü filmin derdi cafcaflı dövüş sahneleri çekmek. Öyle ki bazen ilk hikaye taslağının çok fazla değişikliğe uğramadan filme çekildiğini düşünüyor insan ister istemez. Solo kariyerine V for Vendetta gibi iyi bir performansla başladığı için bu kadar eleştirilecek bölüm de buluyor olabilirim.

Ama ninjaların soğuk, karanlık dünyasını resmederken seyirciyi kan gölünden başka bağlayabilecek tek bölüm olan girişteki eğitim bölümlerini yeteri kadar işlevli kullanamıyor yönetmen-senarist triosu. Raizo karakterini yeteri kadar sahiplenemiyor seyirci; çünkü hikayesi yeteri kadar kuvvetli gelmiyor. İntikamın ana motivasyonu sevdiği kızın öldürülmesi mi, yoksa işkenceye varan eğitim sürecine verilen çocukluk mu? Filmin sonunda Kiriko ile yaşadığı hayali öpüşme ile ancak anlayabiliyoruz intikamı. (Tabi hocasına biriktirdiği hıncın çoğunu Kiriko'ya bağlayarak...)

Zıplayan, tekmeler atıp, kılıçlar sallayan, gölgeyi silah gibi kullanan ninjaların savaş sahnelerine ise kararsızlık içindeki bir stil hakim. Bir sahnede bakıyorsun ki gerçekçiliğin dibine vurmuş bir ilk cinayet sahnesi tam beni benden alacak; diğer ninjalardan kaçma sahnesinde ise ninjalıktan super kahramanlığa evrilmiş bir Raizo. Öyle bambaşka iki stil yanyana ki, biri Eastern Promises'ten çıkma, diğeri ise Shoot 'Em Up'tan. Dolayısıyla ciddi bir film moduna girmişken, eğlenceliğe geçmek ya da tersi durum pek mutluluk vermiyor.

Oyunculuklara lafım yok. Raizo'ya can veren Rain'in en büyük şanssızlığı senaryonun ehil isimlere gitmemesi. Peki senaristlerde potansiyel yok mu; elbette var. Başka bir dünya kurabiliyorlar ama izlemeleri gereken daha çok film var.

Ninja Assassin-2009
Yönetmen: James McTeigue
Senaryo: Matthew Sand, Micheal Straczynski
Oyuncular: Rain, Ben Miles, Naomie Harris, Sho Kosugi
 
NOT: Bu blogun ilk film yazısının Ninja Assassin olmasını beklemiyordum, daha bir saat öncesine kadar blog yazmayı bile düşünmüyordum. Ama kader diyebilirim ya da iyice ilerlemiş saate atabilirim suçu. Neyse başladık işte.